10 Aralık 2011 Cumartesi

7 gece masalları




Eski bir köşke, bir konağa, derme çatma ağaç bir kulübeye bir pencerenin oymasına, bir cumbanın boyasına, bir bahçe kapısının kilidine vurulur insan. Ne mimarlık bilir aklın ne mühendislik, bir pencere durur orda, bir de sen, hem içinde hem dışında… Anlık da olsa eski bir yaşama ait oluverirsin, o pencereden dışarıdaki kendine bakar gülümsersin. Sonra bir el gelir; O senin aklının bilmediği hesapları avucunun içinden bile daha çok seven hoyrat bir el, alır seni o pencereden. Dışarıdaki senle vedalaşıp, son kez bakarsın içeriye girerken çalmadığın işlemeli kapı tokmağına. O el ki senin için, gelenin ayağındaki çamura kadar görüp fenalaşabileceğin kameralı ziller, çift camlı pimapen pencereler, deney faresi gibi göründüğünü bilmeden yayılıp oturduğun cam balkonlar… fanustan hayatlar yapmış sana da bu hayattaki rolünü bir iyi belletmiştir aslında. Ezberini bozduğundaysa kulaklarını çekmiştir mutlaka. Hani o “ her şeyi bırakıp deniz kenarına yerleşeceğim” demelerin var ya içki masalarında, kulağının acısına inat, çocuk öfkeni anasona yatırdığın, ezberinle ve belki her şeyle “boz” yaptığın en masum zamanlar işte. Ertesi gün öpücükle uyandırılmış çocuk gibi geçecek, öfken de, inadın da! Sonra bir gün sızlanmaların artacak, sızlandıkça kulakların biraz daha kızaracak, Seni, kendini seyrettiğin pencere nişinden kaldırıp, fanusundaki yerine yatıran eller ovuşturulacak ve sana sus payı pencereler kiralayacak. Mahalledeki en fiyakalı ve senin olmayan bisiklete ancak bir tur binebildiğindeki gibi tadı damağına bulaşmış ve hep orada kalacağını bildiğin bu ödünç yaşama açılan taş konakta 7 gece 8 gün tam pansiyon, çeyrek porsiyon tadımlık bir zamanın olacak, sen de sevineceksin(!) Ve bütün bunlar belki senin mutfaktaki ahşap masayı kapıcıya verip yerine “tasarım” kaygısıyla tuhaflaştırılmış o medefe masayı koymanla başlayacak da masada bir tek bu mevzu konuşulmayacak. Bilemeyeceksin! Evine üçüncü televizyonu aldığında pencereden bakmıyor olacaksın artık, “reklam arası” atıştırmalık konuşmalar yapacaksın kendinle. O da en iyi ihtimalle…
En iyi dilekler ve ihtimaller dahilinde olur da konuşursan, bir sor kendine olur mu; kişiliği, dokusu, rahiyası olan her şeyini nasıl teslim ettin o ellere ve şimdi ödünç de olsa alabilmek için neden bunca bedel ödüyorsun? Kendini hiç “aptal” hissettiğin olmuyor mu sırf bu yüzden mesela? Sanki ilahi bir emir almışçasına yaşlanmaya karşı direnişe geçmiş anti-aging amcalardan aldığın gazla organik beslenmek için İngilizce ambalajlı, Türkçe yemekler yapmaya çalışırken ve bunun için çok para öderken komik bulmuyor musun kendini? Mutfak tezgahındaki yumurta pişirme makinesini silerken HES inşaatlarına direnen insanları düşünüyor musun? Senin hikayenin de tavuk ve yumurta ilişkisi kadar kısır bir döngüyle yazıldığını fark ediyor musun? Aldıklarında verdiğini hatırladın mı verdiklerini alırken? Yüzünün kulaklarından arta kalanı da kızardı mı 50 yıl sonrası için? Eğer sormuyorsan bunları kendine, kulağındaki eli ittirmiyorsan öpmek yerine, şikayet etmeyeceksin. Bebek teni gibi incecik porselen fincandan içmediysen hiç, çay içtim demeyeceksin!

Hiç yorum yok: