13 Nisan 2008 Pazar

BİR ŞERİT GÖLGE


Siyahtan beyaza geçişe kendini böylesine hazırlamışken zaman…Geçemiyor, olmuyor yapamıyor işte! Takılıveriyor tek boyutlu bir griye ve artık dipnotlarını yaşıyoruz hayatın. Neden herşeyin bir ortalaması var diye sormayaysa ne gücümüz ne de sesimiz yetiyor. Eklemeye devam ediyoruz dipnotlara yenilerini ama biliyoruz ki Tanrı şu sıralar kredi vermiyor!
Sabahları hep aynı mı uyanıyoruz artık yoksa aynadaki cesetlerimiz mi çürümüyor bilmiyoruz, çünkü uzun zamandır aynalara da tersinden bakıyoruz, bir gün yüzlerimizin katiliyle karşılaşmayı umarak hem de. Pek bir cesur çeviriyoruz aynaların tersini de; hani farkındayız artık tutamıyoruz tavşan yüreklerimizi ceplerimizde. Durmadan erteliyoruz ettiğimiz din dışı yeminleri ve ben sıkılmaya başlıyorum. Annemin bana hiç masal anlatmamış olmasının da önemi kalmıyor gitgide. Sürekli kendi ayak izlerime basıyor olmanın şaşkınlığını yaşıyorum ama yürümeden de edemiyorum. Hep bir gün postayla geleceğini umduğum tılsımlı ayakkabıları giymeyi düşlüyorum. Ayağımı sıkacaklarını bildiğim halde! Yıllar önce kutup yıldızından ödünç aldığım kamburu da geri vermek istiyorum artık. İstiyorum da yönümü bir türlü bulamıyorum. Üstelik hayatım bir pusula gülüne dönmüşken gerçek bir pusulanın yapabilecekleri üzerine hiç bir şey söylemiyorum, söyleyemiyorum. Artık el yazması da değil ki ölüm yüksek sesle okuyamıyorum. Bağırmaksa bana göre değil gibi geliyor. Zaten denemiyorum. Anlatmadan duramadığım komik hikayeler satın alıyorum bit pazarlarından, bitleniyorum. Ben artık bitli bir komedyen oluyorum. Tüm dostlarım için pazarlar kuruyorum. Pahalıya alıp ucuza satıyorum. Ben batıyorum. İlk fareler terkediyor beni. Ben kırılıyorum. Aynalarsa sapasağlam. BEN BAKAMIYORUM.!
Bütün komik hikayelerimizi trajikomik masallara dönüştürmeyi nasıl becerebildiler bilmiyoruz. Bunu neden bilmediğimizi düşünürken de kendi trajedimizin komedyeni oluyoruz. Almak ve vermek arasındaki o bayağı ilişkinin komik bir tarafı olup olmadığınıysa kimse konuşmuyor, gerekliliğine inanmakla yetinerek. Cesur olmayı beceremezse fareler ve ben en çok kırılırsam,bağıra çağıra veya fısıltıyla okuyacak bir şeylerim kalmazsa, kim komik bulur hayatı?

3 yıl sonra...bilmem neresi…

Senaryosu geniş filmlerdeki ani geçişler prim yapmasa da dar hayatlarımızda , “artık” ya da “ bundan böyle” ile başlayan ve sanki muazzam değişimler yaratılmışcasına kasıla kasıla kurulan cümlelerle tanımladığımız, gerçekte hepsi birer, anlık alınmış karardan ibaret yaşam kesitlerini, boş geçirmediğimizi ispatlamak istercesine hayata yaymak için altı doldurulmaya çalışılan, küçük –değerleri yoruma açık- değişimler oluyor elbette.
ARTIK ; rengini gözetmeksizin , tek boyutlu her anı , bitmiyecekmiş gibi, bazen de olmamışlığına aldırmadan geçiriyorum. Bu bilinçsiz geçirgenlik saydamlaştırıyor umutlarımı. Ne ekeceğimizi bilmeden toy telaşlarla eşelediğimiz sera tadındaki bahçemizde , salkım saçak yayılan , balık kokan,
taze duran, güneşe bakan söğütler uyutuyorum. Yarına saklıyorum itilmiş kaygılarımı, yarın olmadan çıkarıp kaygılanıyorum. Sonra “Kuzey” çağırıyor uyutulmuş salıncağından , dağılıyorum…
Bu sesle her irkildiğimde ninniler söylüyorum bahçemin kuşbakışı çizilmiş krokisine ve tüm yüzölçümlerine inat uyudukça büyütüyorum! Zorla kulağıma fısıldanan zifiri masalları çekiştirip yırtarken pazar yeri dostlarım, ben, bir ucuna hayallerimi düğümlediğim pamuk ipliğiyle eğreti teyeller atıyorum. Hangi gün hangi masalın köşebaşı terzisi olacağımı bilmeden direniyorum. Oksitleniyor özenle parlattığımız ama hiç edemediğimiz akşamüstü sohbetleri, yerlerini reddedemediğimiz, günün herhangi bir vaktindeki kramplara bırakıyor. Salıncak kopuyor. Teyeller sökülüyor. Pusula bozuluyor…Direniyorum! Yan duruyorum, duramıyorum, yön buluyorum, bulamıyorum, son buluyorum. Sonra hep aynı sese irkilip aynı notadan başlıyorum beş mevsimli gölgelerimi büyütmeye…BEN BÜYÜYORUM!
Yere çizilen bir desende şekilleniyor ilk diyalog… Soru yok cevap çok. Cevaplar kendiliğinden anlatılmak istenenler olsa da soru bekliyor- anlamsız mahçubiyet-, sorular erteleniyor, anlatılayamayanlar artıyor. Soru işaretleri kalıyor kursağımda… Sonra kendiliğinden kapanan yaralar gibi yok oluyor. Başka haritalarda kaybolmaya, kıyıdan uzaklaşıp akvaryum iklimi şehirlerde sus payı yaşamlara niyetlenmediğimden olsa gerek, çizime kaldığım yerden devam ediyorum; işaretler olsun ya da olmasın bir çatal iğnenin ucundan, kurduğum limanı seyrediyorum. Her iyileşen yarayla birlikte, sulanmış merhem kokusu bürüyor dilimin ucundaki “yarım”ları, kabullenmemek adına verdiğim ezik ve iyi niyetli savaşta göz hakkı naralar atıyorum. Safdışı bıraktığım konuşma balonları bir bir patlıyor yakınlarımda bir yerlerde, ‘patchwork’ cümleler kuruyorum…
Ellerim ihanet etmiyor şimdilerde; iğrenç kahkahalarını duymuyor, sahipsiz tekmeleriyle sendelemiyorum. Yerden kaldırıp duvarlara astığım desenlere daha kaç konuş(ama)ma, kaç soru, kaç cevap yataklık eder? Ya da kaçıncı duvarı örer desenlere yaslayamadığım patlak balonlar? Peki ya hangi yıkıntının altında kalacak siftahsız kapadığım bol pazarlıklı boş pazarlar?
-Sorular! Nereye? …Ya da ben?

Kaç yıl sonra?….Neresi?…

O zaman;
Mevsim hızla dönerken coğrafyalara sığmayan gölgelerimde, sallanan sandalyemden gür sesli tohumlar serpeliyorum. Gökyüzünden de büyük bahçemin çardak altında, bir cam ustasının gülümseyerek üflediği şeffaflıktan kuraklığımı dindiriyorum. En sevdiğimiz şarkı baba kucağında ve göz kırpıyoruz üstüne titrediğimiz notalara. Pirinç kasnaklara işlediğim yeminleri çıkarıp seriyorum akşamları yorgunluğumuza, gerçi ayaklarımız biraz açıkta kalıyor ama idare ediyoruz. Çünkü az sonra gene dönecek mevsim ve biz gene dizlerimizi karnımıza çekeceğiz…

1 yorum:

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.