30 Haziran 2009 Salı

Düşümü Yırtan Biri Var...


photo by Özlem Özel
Fildişi kulelerinin enkazından çıkamıyor bakışlarım ve gözlerim mavi güller kadar sahte gülüyor çocuklara, gerçeğimde tonları tutmayan, armoni asıllı renklerle bezeli henüz ceninlerken emzirdiğim bulutlar. Bir gelincik tarlasından geçercesine duyarlı bacaklarım, henüz ikizim doğmamışken yırttığım uçurtmamın görkemini alkışlamak istercesine kararlı ellerim ve tarçın kokusuyla kabullendigim kadına ettiğim dua kadar bereketli dudaklarım. Geçmişimin açık aralıklı tahta perdelerini kaldırıp, dehşetle seyrediyorum; yetişkin kalemlerimle çizerken çocuk gözlerimin görmezden geldiklerini , yarımyamalak anımsadığım detone özlemlerimin notalarını geçiyorum. Farelerle paylaştığımı sandığım akşam yemeğimi, bir ikindi uykusundan önceki çocukluğuma yedirmişim, aç kalıyorum. Düşümü sallayan biri var, uykum ağırlaşırken bedenim gibi; gömülen beşiğimin el oyması cesedine sahip bile çıkamıyorum, oysa o beşiğe en son sığdığımda gömmüştüm çocukluğumu bir düş öncesi...Tuvaline ihanet etmiş bir şovalede asılıyken hayatımın dikdörtgen kareleri, farelere yakın bana uzak bir yolculuktalar şimdi..plastik saçlı çıplak bebeğimin gözyaşlarıyla ıslanan toprak çekti parlak gözlerime o gri ve mat sürmeyi. Bilinçsiz sessizliğim bir ışık hüzmesi olup iniyor tahta perdelerden asağıya, artık hem içerideyim hem dışarıda...Çok da uzak olmayan bir vakitte bu kelebek ömürlü fotoğraflarla birlikte gömüleceğim dokusu yabancı kokusu bildik bir evin bodrum katına! Oyuncak bebeklerin, üstü nasır tutmuş kalemlerin, kömür karası ellerimin ve ilk şiirimi ezberlerken, anne kokulu dikişleriyle eteklerinden tuttugum kırmızı elbisemin ölüm marşına eşlik edecek iç sesim. Düşüme sarılan biri var; ilk sevgilimle eskittiğim gömleğimin ipini dolamişim parmağıma, unutmamak için sevmeyi...oysa ne yağlı urganlar geçirdim en masum hayallerin boynuna. 'Çok' olan bir sesin tekdüze yankısını duymazdan gelmekle kazandığımı sandığım iç huzurumu, 'tek' ama bol yankılı başka bir sesin tellerine asıyorum, çok geç olmadan yazmalıyım kopan teller sonrası kalanları, henüz gömülmemiş peçete kolleksiyonuma. Büyülü plaklar üstünde dönen aşklara taş kalpli iğneler yuva yaparken, acı haberleri taşımak kaldı göçemeyen kuşlara ve yuva oldu yağmur kokan kuş evleri uzun aralıklı ama gerçek dokunuşlara...Düşümü gülümseten biri var; hırsla basılmıs mürekkep lekeli mektupların yumuşak kalpli satırlarına değiyor parmaklarım, parmaklıklar arasında kırılsa da, şefkatle uykuya çekilen zamanlarım..demli kekik kokusu sinmiş bulutlarla dolu dolabım, yıkılan bir evle birlikte bir ovada bıraktığım..ilk alınan bisikletimin tekerine takılmış zaman, babamı yollar kadar yaşamışım...Düşüme sırdaş biri var; büyük giysilerinin çocuk kollarıma uzun, ortak oldugum dünyasının hayallerime dar geldiği..bir yaz günü sorumluluğunda, gülümseyen serin anılar bıraktık kardeşten öte doğacak çocuklarımıza, bunca sırdaş bunca dost bile olmadan önce. Bir tiyatro kostümünden dökülen tahta boncukla yaptığım kolyemin ucunda sallanıyor özlem ve katlıyor anıları hesabını tutamadığım uzunluk ölçüleri. Patates baskılı mutluluklar dökülüyor ipi kopmuş dosyamdan, önce baskılar gömülüyor. Ekmek üstü şekerli yoğurt bastırıyor geçmişe açlığımı, geçmiş önce ıslanıp sonra şekere bulanıyor ve tatlanıyor toprak tadarken parça parça beni...Düşümü yırtan biri var; gözaltlarım kanıyor beyaz tüllere dolanmış bir günün geç gelen akşamında, kanımı ninniyle durduruyorum dokunulmaz bir mabedin kutsallağında eğilircesine...Ve çok sonra anlıyorum, bunun bilinçli son dokunmayışım olduğunu yüzüme. Saklanıyor benden, kendinden saklanır gibi, özlemekle yetinmiyor bir de merak ediyorum...Sırrı kısmen çözülmüş hayatımın sırı tamamen dökülmüş aynamdaki platonik yansımasına yapıştırdığım yarabantlarında, sabunlu su etkisi yapıyor ki rutubetli meraklarım, uzun zamandır dopdolu, kafein tadındaki , tedirgin ama hijyenik uykularım. Kimbilir kaç tasvir öncesiydi anımsamıyorum, iyot kokardı renklendiremediğim bilinçaltım denizaltı düşlerimde...Hep 'biraz' olsun istediğim denizin ödüllü sonsuzluğuna ıslıklar çalan pencereme çalıntı nefesler verip, kesik parmağımla kuraklıklar çiziyorum, ısınıyor odam serinliyorum...Kuytu şehirlerin apaçık meydanlarındaki balonsuz taklar gibi yüzüm; sık aralıklı çocuk adımlarını, ısırılmış şeker çubuklarını ve çürümüş ciklet bulaşıklarını ağır makyajlar altında bile gizleyemiyorum. Kadife etekli cümleler kurarak çekiştiriyorum hayal gücünü kanatlanan kirpiklerimin. Gördüğüm en güzel yaralı yüzün silahlarına karşı damıtıp sindirdiğim anılarım kadar mavi ellerim, kanımı akıtsam mosmor kesilecegim! Bir feneralayı sonrası şivrilik toplamaya çıkamayan utangaç bacaklarımın bu sağduyu benim değil, bana kalsa gerçegimle gömüleceğim. Sırf dişi karıncalardan farklı olmak için kesmek isterken bacaklarımı dingin bir rüzgarın himayesinde, bileklerime kadar toprakta olan kollarımı fırtınalara doluyorum. Düşümü çağıran biri var, gidiyorum...


"MERHABA..."

"İyi değilim. İhtiyacım olan herşeyden uzak hissediyorum kendimi. Haksızlık ediyorum insanlara, böyle değilim ben biliyorum ve herkesden, herşeyden önce kendimi özlüyorum.."diye tanımlayabildiğimiz ruh hallerimizi hangi zamana, hangi ortama sığdırmaya çalıştığımızı ya da altını neyle doldurabileceğimizi bir türlü bulamayız. Tuhaf ve anlaşılmaz bir süreçtir bu, aslında olup biten birşey de yoktur. Öyle ya bizim ufacık sorunlarımız hayatın umurunda bile değil. Aslında sorunlarımız 'sorunluyum' diyecek kadar bile büyük değil bizim, ama özenle büyütüyoruz, önünde eksi olan tüm kelimeler büyüyüp daha geniş bir yer kapladıkça; gülümseten tüm kelimeler küçülüp kayboluyor hayatlarımızdan ve anlar, anılar...zamanımızdan çalıyoruz. Sadece ilişkili olduğumuz insanlara değil kendimize de haksızlık ediyoruz.
Ahmet Altan yaşamı mors alfabesine benzetiyor ve şöyle diyordu ‘Geceyarısı Şarkıları’ adlı kitabında: “Hayat mors alfabesi gibidir; uzun bir çizgi acı, sonra küçük bir nokta mutluluk. Acılar uzun ve sarsıcı, mutluluklar kısa ama çıldrtıcıdır.”
Sözkonusu tuhaf süreçler tam da böyle birşey işte. Yani demek istediğim her ne kadar farklı şeyler yaşasak da genel olarak sürdürdüğümüz bu değil mi? Uzun çizgilerde sıkılıyoruz, bunalıyoruz, bunaltıyoruz. Küçük noktalara geldiğimizdeyse herşeyin bittiğini sanıyoruz. Oysa noktalar da tıpkı çizgiler gibi yalnız ve yalnız bizim için ve çok yakınımızdaki diğer insanlar da aynı alfabeyle kendi cümlelerini yazıyorlar. Ve belki de biz küçük noktalarımızda durmuş soluklanırken onlar çizgilerinde sendeliyorlar, tıpkı bir süre önce bizim sendelediğimiz gibi. İşte o zaman bencil oluyoruz. O kadar zaman sonra kaygısızca tüketebileceğimiz bir anı yakalamışken ve kaybetmek de hiç işimize gelmezken kimsenin çizgisine dahil olmak istemiyoruz. O veya bu şekilde olduğumuzda ise kaçıyoruz onlardan, uzaklaşıyoruz. Taa ki noktalarımızı bitirip bizi bekleyen yeni çizgiye onları dahil etmek isteyene kadar…
Sorun; ama belki de müthiş olan bu: hiç birimiz aynı cümleleri kurmuyoruz..!

Yani belki de, anlamak, anlaşılmak daha da iyisi anlaşmak için, aynı cümleleri kurmanın birincil önemi olmamalı yaşamlarımızda. Paylaşım, bunun doğurduğu fedakarlık, çoğaltan hoşgörü, anlayış... hepsi güzel ve özel ayrıntıları ilişkilerin, fakat herbirini ayrı ayrı bulup tatmıyor muyuz zaten? O nedenle hayatımıza uzak yakın bu kadar çok insanı alıyor ve başka başka hayatlara kıyısından ya da ortasından girmiyor muyuz? Sırf bu yüzden beklentilere girip hayal kırıklıkları yaşıyor ve yaşatmıyor muyuz? İstemeksizin sunulup tattırılan fedakarlığın sınırlarını zorlama isteği değil mi kendi çizgilerimize başkalarını dahil etme çabamız? Ya da gördüğümüz hoşgörüyü tekrar görebileceğini bilme arzusu ve bazen rahatlığı değil mi başka hayatların paylaşım bekleyen çizgilerinden kaçışımız? Ve bütün bunlar sağlamıyor mu hayatlarımızın tekdüze ilişkilerden ibaret olmamasını? O halde gerçekten aynı dili konuşup farklı cümleler kurmalıyız. Ve bazen ; içten bir merhabayı, tebessüm dolu bir selamı, küçük ama sıcak bir teması, bazen yalnızca bir bakışı, hayatı gerçek kılan cümlelerin tüm farklılığında tırnak içinde tutmalı, tutabilmeliyiz mutlu olmak için. Ve ayrımsayabilmeliyiz başkalarının acılarına ortak olmanın, kendi mutluluğumuzun elimizden alınmasıyla eşdeğer olmadığını, ilişkilerin o güzel ve özel ayrıntıları arasına eklediğimiz 'duyarlılık' sözcüğünü tüm noktalar ve tüm çizgiler arasında hissedip, hissettirebilmeliyiz. Kimsenin cümlelerini değiştirmeye uğraşmaksızın, tırnak içinde görüp biriktirdiklerimizle hayatımızı sürdürmeli ve aynı görünebilirlikle dokunmalıyız başka yaşamlara. Ve her "günaydın", gerçekten güzel kılmalı günü, her "gülümseme"hüznü biraz olsun hafifletmeli ve vedaları geciktirmeyi temenni etmeli her "merhaba"...