30 Haziran 2009 Salı



"MERHABA..."

"İyi değilim. İhtiyacım olan herşeyden uzak hissediyorum kendimi. Haksızlık ediyorum insanlara, böyle değilim ben biliyorum ve herkesden, herşeyden önce kendimi özlüyorum.."diye tanımlayabildiğimiz ruh hallerimizi hangi zamana, hangi ortama sığdırmaya çalıştığımızı ya da altını neyle doldurabileceğimizi bir türlü bulamayız. Tuhaf ve anlaşılmaz bir süreçtir bu, aslında olup biten birşey de yoktur. Öyle ya bizim ufacık sorunlarımız hayatın umurunda bile değil. Aslında sorunlarımız 'sorunluyum' diyecek kadar bile büyük değil bizim, ama özenle büyütüyoruz, önünde eksi olan tüm kelimeler büyüyüp daha geniş bir yer kapladıkça; gülümseten tüm kelimeler küçülüp kayboluyor hayatlarımızdan ve anlar, anılar...zamanımızdan çalıyoruz. Sadece ilişkili olduğumuz insanlara değil kendimize de haksızlık ediyoruz.
Ahmet Altan yaşamı mors alfabesine benzetiyor ve şöyle diyordu ‘Geceyarısı Şarkıları’ adlı kitabında: “Hayat mors alfabesi gibidir; uzun bir çizgi acı, sonra küçük bir nokta mutluluk. Acılar uzun ve sarsıcı, mutluluklar kısa ama çıldrtıcıdır.”
Sözkonusu tuhaf süreçler tam da böyle birşey işte. Yani demek istediğim her ne kadar farklı şeyler yaşasak da genel olarak sürdürdüğümüz bu değil mi? Uzun çizgilerde sıkılıyoruz, bunalıyoruz, bunaltıyoruz. Küçük noktalara geldiğimizdeyse herşeyin bittiğini sanıyoruz. Oysa noktalar da tıpkı çizgiler gibi yalnız ve yalnız bizim için ve çok yakınımızdaki diğer insanlar da aynı alfabeyle kendi cümlelerini yazıyorlar. Ve belki de biz küçük noktalarımızda durmuş soluklanırken onlar çizgilerinde sendeliyorlar, tıpkı bir süre önce bizim sendelediğimiz gibi. İşte o zaman bencil oluyoruz. O kadar zaman sonra kaygısızca tüketebileceğimiz bir anı yakalamışken ve kaybetmek de hiç işimize gelmezken kimsenin çizgisine dahil olmak istemiyoruz. O veya bu şekilde olduğumuzda ise kaçıyoruz onlardan, uzaklaşıyoruz. Taa ki noktalarımızı bitirip bizi bekleyen yeni çizgiye onları dahil etmek isteyene kadar…
Sorun; ama belki de müthiş olan bu: hiç birimiz aynı cümleleri kurmuyoruz..!

Yani belki de, anlamak, anlaşılmak daha da iyisi anlaşmak için, aynı cümleleri kurmanın birincil önemi olmamalı yaşamlarımızda. Paylaşım, bunun doğurduğu fedakarlık, çoğaltan hoşgörü, anlayış... hepsi güzel ve özel ayrıntıları ilişkilerin, fakat herbirini ayrı ayrı bulup tatmıyor muyuz zaten? O nedenle hayatımıza uzak yakın bu kadar çok insanı alıyor ve başka başka hayatlara kıyısından ya da ortasından girmiyor muyuz? Sırf bu yüzden beklentilere girip hayal kırıklıkları yaşıyor ve yaşatmıyor muyuz? İstemeksizin sunulup tattırılan fedakarlığın sınırlarını zorlama isteği değil mi kendi çizgilerimize başkalarını dahil etme çabamız? Ya da gördüğümüz hoşgörüyü tekrar görebileceğini bilme arzusu ve bazen rahatlığı değil mi başka hayatların paylaşım bekleyen çizgilerinden kaçışımız? Ve bütün bunlar sağlamıyor mu hayatlarımızın tekdüze ilişkilerden ibaret olmamasını? O halde gerçekten aynı dili konuşup farklı cümleler kurmalıyız. Ve bazen ; içten bir merhabayı, tebessüm dolu bir selamı, küçük ama sıcak bir teması, bazen yalnızca bir bakışı, hayatı gerçek kılan cümlelerin tüm farklılığında tırnak içinde tutmalı, tutabilmeliyiz mutlu olmak için. Ve ayrımsayabilmeliyiz başkalarının acılarına ortak olmanın, kendi mutluluğumuzun elimizden alınmasıyla eşdeğer olmadığını, ilişkilerin o güzel ve özel ayrıntıları arasına eklediğimiz 'duyarlılık' sözcüğünü tüm noktalar ve tüm çizgiler arasında hissedip, hissettirebilmeliyiz. Kimsenin cümlelerini değiştirmeye uğraşmaksızın, tırnak içinde görüp biriktirdiklerimizle hayatımızı sürdürmeli ve aynı görünebilirlikle dokunmalıyız başka yaşamlara. Ve her "günaydın", gerçekten güzel kılmalı günü, her "gülümseme"hüznü biraz olsun hafifletmeli ve vedaları geciktirmeyi temenni etmeli her "merhaba"...

Hiç yorum yok: