21 Kasım 2015 Cumartesi

DUY(U)YOR MUYUZ?


Geçen gün tanış olduğum, gerçekte tanımadığım ama nedense 'hoslanmadığım'? birinin, onunla yakın olan baska biriyle sohbet ederken konu olmadan adı geçti. 'Hoslanmamak' gibi ekstra olumsuzluk barındıran bir duygunun huzursuzlugu geldi,çöreklenip oturdu konuşmanın orta yerine! Temizlenmeliydi bu kötü duygu. Hazır adı geçmişken o kişinin iş yeriyle ilgili soru sordum. Çünkü ismi iş yerinden ötürü zikredilmisti ve üzerine bir saniye düşününce farkettim ki, iş yeri doğa içinde, çalışmak için yaşadığı değil,yaşamak için çalıştığı bile degil, yaşamının her ihtiyacını kendi ruhuna uyumlayabildigi , yaşam bicimini değiştirmeden para da kazanabildigi minik bir cennetti. Ve o 'hoslanmadığım insan' yaratmıştı orayı. Yaşasın olumlamalar başladı!!!:) Nasıl yarattı o cenneti? Ikinci saniyede karakterimiz yasam biçimine bi anlamda saygı duyduğum ve 'çalışkan' biri oldu. Başlayınca çorap söküğü gibi geliyor bu 'bakma' hali...ismin cismin 'ney' hali? Olumsuzun halsizliği...
Adamın nasıl bir süper kahramana dönüştüğünü izleyecek kadar abartılı bir durumdan söz etmiyorum lakin neden hoslanmadığımı bilmeden hoslanmadığım bu insanın güzel yanlarını bir bir elimle koymuş gibi bulup çıkarmama yetti biraz yakından bakmak. Konuşmanın iç huzursuzluguna dönüşüp, konuşma sona ermeden olumsuzluğun sona ermesi ne şahaneydi ve fakat o olumsuzluğu, sebebini bilmediğim o ön yargıyı yaratan neydi?
Tozlu ve rutubetli raflar arasından bir 'an' düştü bu soru işaretiyle birlikte önüme! Eski kız arkadaşı olan kadın, -ki kendisiyle de derin bir arkadasligimiz olmamış, tanıştan öteye gitmemisizdir- yüzüme eğilip adam hakkında kötü şeyler, hayır çok kötü şeyler anlattığında ayrıldıklarını şaşkınlıkla anladığım, bu cadı yakma merasimine konuk sanatçı gibi maruz kaldığım ve adamın yakışıklı prensten canavara dönüştüğü sürecin 'ben iyiyim o kötü' vurgusuyla harmanlanıp, taze çekilmiş öfkeyle demlendiği ateşin beni yakmasına şaşkınlıkla izin verdiğim an!
'O son lafı dinlemeyecektim abi' tadında bir 'akşamdan kalınmış' ertesi gün ayrımsaması gibi bu. Hani  "Ha s.ktir elektrik direğine sarılıp ağladım di mi lan ben bi ara?" gibi rezilce hatırlamalı ertesi gün anları yaşanır ya toplaşıp sızıncaya kadar içen insanlar arasında, onun gibi... Ve aynı zerhoş adımlarla ilerliyor bu yakından bakma hali; Kadının yüzü yüzümden uzaklaşıyor, sarı saçları griye boyanıyor , tam
'Sen niye tanımadığım birini sevmemi engelliyorsun ki yaşından başından utan bre zındıkkk!" diye çıkışacak oluyorum, saçları yeniden sararıyor, sonra kahverengiye dönüyor, küçük masum bir kızın parmaklarında dolanıyor , kız uykuya dalıyor... Başını okşayıp uzaklasıyorum , e artık başlamışken bütün rafların tozunu alıyorum. Temiz rafa yeni bir not ilistiriyorum: Adil olmak için ayrıntı bilmene gerek yok , haklının bağırmadığını duy yeter!

23 Temmuz 2015 Perşembe

Apolitik değil, Akötülük bir nesiliz biz...








Bize apolitik diyorlar… Demesinler!

Düalitenin taşlı çakıllı yollarında az gitmeyip uz giden ‘zıt’tın, gündelik yaşamlarımızda deney faresinden hallice dönenip duran biz fanilerdeki olumsuz çağrışımlarına rağmen, evrendeki yerini ‘kardeş okul’ sıcaklığında alan diğer ‘zıt’tan haberi olmasa da, insanoğlunun bir tarafta durması –ya da bir tarafa yakıştırılması-için her iki zıttan da haberdar olması gerekiyor bu açık. Anti demokratik olmak için demokrasinin ilkelerini, ateist olmak için tanrıyı, asosyal olmak -olmayı seçmek- için sosyalitenin ne olduğunu bilmek gerekir. Bu da net!

“Bu yıl ateizm çok moda abi, trend filan yaniiii!!!” iç sesleriyle sanal dünyalarında Allah’la ya da genel tanrı kavramıyla dalga geçen imaj abilere şifa dileyip geçer de, ateizmi konuşmadan yaşayan birini konuşturursanız, tanrının varlığına inandığı için tanrıyı reddettiğini anlarsınız. Neyi reddettiğini bilmeden reddetmek en trajikomiğinden cehalettir çünkü… Bu da hem açık hem de net!

Kutsal vikipedi apolitik için der ki Siyasi görüş ve olaylardan habersiz veya onlara kayıtsız kalan…

İsimlendirip sıfatlandırmaktan anlamaya fırsatları yok ama ben yine de buraya bırakıyorum bulunsun ; “Ne habersiz ne de kayıtsızız”:



Mısır’a akan timsah gözyaşlarına karışan salyaların çocuk bedenlere kanla karışık Ortadoğu yazdığını görmek için kurşun deliğinden bakıp komplo teorileri üretmek gerekmiyor. Politik” başlıklar açıp lacivert takım elbiselerle yazılan kötülük dolu senaryoların kanımızı nasıl emdiğinden haberimiz var! Ağaçlarımızı, tarlalarımızı, akarsularımızı, çocuklarımızı, güzel olan her şeyi nasıl öldürdüklerinden haberimiz var! Hiçbir şeyi hak ederek kazanmadıklarından, satılmış ruhların boş çuvallar gibi salındığı gecekondudan terk saraylarında, kendilerini bile kendilerinden çalarak yaşadıklarından haberimiz var. Allah’tan başka her şeyden korkarak nefes aldıklarından, saldırarak, can alarak, kıyım yaparak atmasını sağladıkları tavşan yüreklerinden haberimiz var. Yani o sizin politika dediğiniz şeyin politika olmadığından haberimiz var arkadaşlar! Biz ona ‘kötülük’ diyoruz. Doğru; Biz politika bilmiyoruz…Ama kötülüğün ne olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz için seçmiyoruz, öldürmüyoruz, yok etmiyoruz. Biz onlarla aynı dili konuşmuyoruz ve konuşmak istemiyoruz. Kayıtsız değiliz, çaresizce ismini “ölümsüzdür” diye haykırdığımız ölülerimizin kaydını tutuyoruz, analarını anamız bilip kalabalıklaştıkça yetim kalıyoruz. Biz kötülük ne biliyoruz ama nasıl bu kadar kötü olabildiklerini anlamıyoruz. Keşke bu ülke topraklarında saygınlıkla politika yapabilecek ‘adam’lar olsaydı da bizler de apolitik kalarak nerde sabah orada akşam hayat bana güzel tadında yaşasaydık… Bize apolitik diyorlar, demesinler! Bizler akötülük nesiliz. Kötülük nedir biliriz ama ışığımızı korumaktan başka nasıl baş edilir bilmeyiz. Ne habersiz ne kayıtsızız… Biz, yani aslında hepimiz… doğanın, ışığın, yıldızların, güneşin, ayın çocuklarıyız! Biz kötüyle kötü olamayız. Kafamızı bir ekrana gömüp sabahtan akşama kadar insanlık dışı görüntüleri yine insanlık dışı dileklerin bedduaların eşliğinde paylaşmak ruhumuzun “duyarlılık” kadrosunu dolduruyor olabilir ama hiçbir çözümün altını doldurmuyor. Bununla, kendimizin ve çevremizdekilerin psikolojisini bozmamak adına bile bir an önce yüzleşmek lazım. Aynı nehrin kıyısındayız arkadaşım… Kötü adamlar çevremizi sarmış. Sen suya taş atarak kurtulalım istiyorsun ben güneşin doğuşunu izleyerek…Aynı kötü adamlar bütün ağaçlarımızı kesmiş, ikimiz de o “sal”ı yapamıyoruz Bir gün hepimiz aynı nehre karışıp aynı denize dökülüceğiz arkadaşım! Ya birlik olup sal yapalım, ya da taş atıp suyu bulandırmak yerine ışığa bakalım… Apolitik değil, Akötülük bir nesiliz biz…Sen, ben, biz, hepimiz! Kötülük nedir biliriz, baş edemeyiz!

14 Temmuz 2015 Salı

Bir Gün Herkes 15 Dakikalığına 'gerçek' olacak!

Son yıllarda sosyal medya sitelerinde hemen herkesin paylaştığı hangi sebzesin, nasıl bir gene sahipsin, ne ayaksın türünden testleri, çerez televizyon dizileriyle aynı kulvarda görüyorum. Her ikisi de insanları kendi yaşamlarından uzaklaştırıp, bir 'sanal' kimlik çıkartıyor ve insanlar da bununla tatmin olup pratikten gitgide uzaklaşıyorlar sanki. Herkesin yapmadan, emek vermeden, terlemeden olup oldurduğu bir  similasyonun içinde gibiyiz. Hayırlısı bakalım...



Hayatında bir kez bile yapmamış ve hatta hiç seyretmemiş olsa da dansı Flamenko,  ‘aslen’ İspanyol… dışı Japon bilim adamı, içi yazar…üstelik  Montaigne’i utandıracak kadar Fransız… ama sosyal medya (ç)alıntılarına isim yazmayacak kadar da arsız… Ruhu koala bıraksan evden hiç çıkmayacak ama tabi ki o bir balina…kedi gibi tetikte, köpek kadar gururlu… hissiyatta herkese fark atar, köy yansa bizimki saçını tarar …en iyi özelliği yardımseverliği ,yarama işe desen çişini tutar… Mevsim olsa bahar, içinde çiçekler açar  çiçek önünde açsa döner arkasına bakar… Kişiliğinin kokusu yasemin; ince narin nazenin,  dokusuysa melamin; mücadeleci, savaşcı, cesur, eğilmez, bükülmez, kırılmaz, öyle ya! Asil kanını taşıyor Japon asıllı, İspanyol fasıllı Fransız ceddinin… Zaman makinesiyle yol ayrımı çok ayrı, yanında kitabını isterse Antik Roma, diş macunu isterse Vahşi batı…ilk kez vahşi batılı Müslüman bilim adamları onaylamış demek ki diş eti sağlığını…

Baharat olsan sumak olurdun, sebze olsan kabak olurdun, başka bir meslek seçsen aşçıya yamak olurdun, olmamışsın sen kardeşim biz olmasak nice olurdun… Hallettiysek birinci kişiliğini, ikinciye geçiyoruz bağla kemerini… durduk yere şizofren yaratmak için hazırlamadık biz bu testi, baktığın aynaya kendim diyerek geçme tanı!, bir sen daha var senden içeri…  karizmatik bir rock yıldızı olmakla, anarşist ruhlu vendetta olmak arasındaki gel-gitlerin viskiyle çikolata arasındaki o çok zorlu tercihin… viski çikolatayla güzel olur dersen  pek renklisin, bol çevik kuvvetli, Molotof kokteylli, alevli meyve tabağı gibi olur ilk canlı konserin:) Renk demişken, baktın mı hangi renksin? İçi geçmiş gri misin, özgürlük timsali mavi misin? Gökkuşağı gibi çılgın mısın, siyah gibi bıkkın mısın? Sen ne dersen de, bizce sen turuncusun, içindeki baharat kavanozlarının arkasına saklanmış ‘bilge’nin rengi işte bu! Sen aynı zamanda bir bilgesin! Einstein’ı ezecek kadar zeki, karıncayı ezmeyecek kadar merhametlisin, bir mürekkep balığı kadar okur yazarsın… Neron kadar deli, Picasso kadar yeteneklisin…Tam bir lidersin, liplidersin, en lider sensin… Yediğin her yemeği, facebookta paylaşman görgüsüzlünden değil ; avını ,yavruları ve diğer hayvanlarla paylaşan bu aslan hayvanının ruhunu taşımandan ileri geliyor… Biz seni anlıyoruz, ama Zonguldaklılar anlamaz o yüzden senin şehrin Prag, yanına üç şey al gerisini bırak… 57’sinde öleceksin, 76’sında evleneceksin, istediğin sorudan başlayabilirsin, çabuk ol birader kendini bilmeden göçüp gideceksin…

10 Aralık 2011 Cumartesi

7 gece masalları




Eski bir köşke, bir konağa, derme çatma ağaç bir kulübeye bir pencerenin oymasına, bir cumbanın boyasına, bir bahçe kapısının kilidine vurulur insan. Ne mimarlık bilir aklın ne mühendislik, bir pencere durur orda, bir de sen, hem içinde hem dışında… Anlık da olsa eski bir yaşama ait oluverirsin, o pencereden dışarıdaki kendine bakar gülümsersin. Sonra bir el gelir; O senin aklının bilmediği hesapları avucunun içinden bile daha çok seven hoyrat bir el, alır seni o pencereden. Dışarıdaki senle vedalaşıp, son kez bakarsın içeriye girerken çalmadığın işlemeli kapı tokmağına. O el ki senin için, gelenin ayağındaki çamura kadar görüp fenalaşabileceğin kameralı ziller, çift camlı pimapen pencereler, deney faresi gibi göründüğünü bilmeden yayılıp oturduğun cam balkonlar… fanustan hayatlar yapmış sana da bu hayattaki rolünü bir iyi belletmiştir aslında. Ezberini bozduğundaysa kulaklarını çekmiştir mutlaka. Hani o “ her şeyi bırakıp deniz kenarına yerleşeceğim” demelerin var ya içki masalarında, kulağının acısına inat, çocuk öfkeni anasona yatırdığın, ezberinle ve belki her şeyle “boz” yaptığın en masum zamanlar işte. Ertesi gün öpücükle uyandırılmış çocuk gibi geçecek, öfken de, inadın da! Sonra bir gün sızlanmaların artacak, sızlandıkça kulakların biraz daha kızaracak, Seni, kendini seyrettiğin pencere nişinden kaldırıp, fanusundaki yerine yatıran eller ovuşturulacak ve sana sus payı pencereler kiralayacak. Mahalledeki en fiyakalı ve senin olmayan bisiklete ancak bir tur binebildiğindeki gibi tadı damağına bulaşmış ve hep orada kalacağını bildiğin bu ödünç yaşama açılan taş konakta 7 gece 8 gün tam pansiyon, çeyrek porsiyon tadımlık bir zamanın olacak, sen de sevineceksin(!) Ve bütün bunlar belki senin mutfaktaki ahşap masayı kapıcıya verip yerine “tasarım” kaygısıyla tuhaflaştırılmış o medefe masayı koymanla başlayacak da masada bir tek bu mevzu konuşulmayacak. Bilemeyeceksin! Evine üçüncü televizyonu aldığında pencereden bakmıyor olacaksın artık, “reklam arası” atıştırmalık konuşmalar yapacaksın kendinle. O da en iyi ihtimalle…
En iyi dilekler ve ihtimaller dahilinde olur da konuşursan, bir sor kendine olur mu; kişiliği, dokusu, rahiyası olan her şeyini nasıl teslim ettin o ellere ve şimdi ödünç de olsa alabilmek için neden bunca bedel ödüyorsun? Kendini hiç “aptal” hissettiğin olmuyor mu sırf bu yüzden mesela? Sanki ilahi bir emir almışçasına yaşlanmaya karşı direnişe geçmiş anti-aging amcalardan aldığın gazla organik beslenmek için İngilizce ambalajlı, Türkçe yemekler yapmaya çalışırken ve bunun için çok para öderken komik bulmuyor musun kendini? Mutfak tezgahındaki yumurta pişirme makinesini silerken HES inşaatlarına direnen insanları düşünüyor musun? Senin hikayenin de tavuk ve yumurta ilişkisi kadar kısır bir döngüyle yazıldığını fark ediyor musun? Aldıklarında verdiğini hatırladın mı verdiklerini alırken? Yüzünün kulaklarından arta kalanı da kızardı mı 50 yıl sonrası için? Eğer sormuyorsan bunları kendine, kulağındaki eli ittirmiyorsan öpmek yerine, şikayet etmeyeceksin. Bebek teni gibi incecik porselen fincandan içmediysen hiç, çay içtim demeyeceksin!

2 Haziran 2010 Çarşamba

İnsanların kanatları yüreklerinde!

photo by Matt Ucar




ve...
insanların
kanatları
yüreğinde...



"Geldi dört güvercin/suda yıkanmak için./Su mapushane yalağındaydı

/ve güneş/güvercinlerin/gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı. girdi dört güvercin/yıkanmak için/ suyun içine./ve kederli toprakta dört insan/baktı dört güvercine. güvercinler hep beraber/güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında uçabilirler/durdurmaz onları demir ve duvar/güvercinlerin yumuşak kanatları var./Ve kanatlar/şimdi burda, şimdi damın üzerinde./insanların kanatları yok/insanların kanatları yüreklerinde. Dört güvercin/güneşe varmak için/ yıkandı, uçtu sudan."

N. Hikmet

31 Mayıs 2010 Pazartesi

dupduru akmak...


Bir süredir yazmıyorum, daha çok yazılmışlar, söylenmişler üzerinde dolanıyorum. Mevlana'nın bu sözü bir süredir anneanne dizi tembihi gibi gelip gelip gidiyor... Huzur verici, bir o kadar da rahatsız edici bir söz; “Her gün bir yerden bir yere göçmek ne güzel, bulanmadan dupduru akmak ne hoş, dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” Akamadığımız, göçemediğimiz, emniyetli yaşamlarımıza nasıl sıkı sıkıya bağlandığımızı hatırlatıp insanın içini kemiren bir söz. Ben çocukken Şeb-i Aruz törenlerine giderdik, ya ben çok küçüktüm ya da gerçekten semazenlerin etek ucunda dönerdi dünya... Aklımda...

6 Mayıs 2010 Perşembe

watsu forever...


Watsu,
a portmanteau of water and shiatsu, is a form of body massage performed while lying in warm water
(around 35 °C or 95 °F).


The receiver of Watsu treatment is
continuously supported by the therapist while he or she rocks and gently stretches the body. Because it is performed in the water, the body is free to be manipulated and stretched in ways impossible while on the land.